İngiltere’de sanayi devrimiyle ortaya çıkan yeni üretim süreçleri tüm kıta Avrupası’na sonrasında ise tüm dünyaya yeni pazar arayışları ve sömürgecilik ile beraber yayıldı. Adam Smith’in Milletlerin Zenginliği kitabında kendisini bulan bu yeni dönemin en yaygın sloganı “Laissez faire , laissez passer” (bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler) Devletin ekonomiye hiçbir müdahalede bulunmadığı, kişilerin hiç bir kısıtlama olmaksızın hareket edip teşebbüslerde bulunmasını ve devletin bu girişimlerin önünü açan politikalar üretmesi gerektiğini savunan bu dönem sadece ekonomik hayatı değil tüm toplum yapısını değiştirecek ve ilk kez toplumun hayat standartları nüfus artışı ile dengeli bir biçimde korunabilecekti. Fakat yeni dönemin ilk krizi çok geçmeden geldi ve devletler korumacı, kısıtlayıcı yasalar ile ekonomiye müdahalede bulunmak zorunda kaldı. Çünkü artan teknolojik gelişmeler ile buhar gücünün gerek demiryolu gerekse deniz taşımacılığında kullanılması ile nakliye maliyetleri oldukça düşmüş ve küçük çiftçiler dahi kendi yerel pazarlarında rekabet edemez hale gelmişti. Asıl büyük kriz 1929 buhranıyla arz yönlü ekonomik anlayışın tamamen çökmesiyle son buldu. 1929 büyük buhranı sonrası ekonomiye birçok alternatif bakış açıları ve birçok yeni teoriler getirildi. Devletler ekonomi politikalarını bu teorilere göre yeniden şekillendirerek krizden çıkış yolları aradılar.
Ekonomik düzenini kapitalist sistemden farklı olarak kurgulayıp uygulamaya çalışan ilk toplum Sovyet toplumu oldu. Kuşkusuz marksizmin anti kapitalist ekonomik uygulamaları tam da 1929 büyük buhran sonrası SSCB’de kendine yer bulmuştu. yeraltı kaynakları (fosil yakıtlar : petrol doğalgaz ve kömür) açısından çok zengin olan Rusya coğrafyasında ekonomi devlet eliyle ve planlı olarak yeniden şekillendirilmeye başlandı
Savaşlar sonucu hem ekonomik hem de sosyal olarak yıpranan ve 1917 Ekim devrimiyle yıkılan Çarlık Rusyasında Lenin’in önderliğinde yönetimi devralan Bolşevikler yeni bir ekonomik sistem ve bu ekonomik sisteme dayalı yeni bir toplum inşa etmeye başladılar. Ne var ki insanların özgürleşmesi için devletin tamamen ortadan kalkması gerektiği kanaatine daha Zürih’teyken varan Lenin ve sonrasında Stalin’in devrim adına uygulamaya koydukları tüm politikalar sonuç olarak SSCB’yi en olmamasını istedikleri şeye yani totaliter bir Devlet yapısına dönüştürdü.
Makyavelist bir yaklaşım sergileyen Lenin ve Stalin muhalifler üzerinde her türlü baskı unsurunu çekinmeden kullandılar. Rus coğrafyasında yaşayan tüm toplumların dil ve din gibi kimliklerini oluşturan temel unsurlar elinden alınarak muhalif olan veya olabilecek her lider ya da grup yok edildi ve hiçbir muhalif düşünceye ya da eleştiriye müsamaha gösterilmedi. Devlet yönetimini elinde tutan bu kişilerin şüphesiz bir meşruiyete ihtiyaçları vardı (diğer tüm yönetimlerin ihtiyacı olduğu gibi). SSCB yönetimi de yaptığı her baskı ve zulmü ya da uygulamayı halka dayandırarak, halk adına yaptıklarını söyleyerek meşrulaştırmaya çalıştı. Aslında temellerini Marksizm’den alan bir yönetim biçiminde halk değil işçi sınıfının esas unsur olduğunu bildikleri halde.
Bu noktada şu sorunun cevabını aramak gerekir; bu kadar baskının olduğu SSCB yönetimi nasıl oldu da bu kadar yıl varlığını sürdürebildi? Sadece propaganda ile bu kadar uzun yıllar bu sistemin var olabilmesi hatta soğuk savaşın bir kutbu olabilmesi tabi ki mümkün olamazdı. Lenin ve Stalin gibi otoritesi güçlü liderlerin yönetiminde şekillenen Rus toplumu tabiri caizse yeniden programlandı. Bir toplumu yeniden şekillendirebilmek için ne yapılması geriyorsa o yapıldı. Yani kimlikleri unutturuldu. Dini ve dili hatta isimleri dahi ellerinden alınan bu yeni toplum tek tip bir hayat standardında yaşamak üzere programlandı. Herkes aşağı yukarı aynı metrekare evlerde, aynı tip buzdolabı, aynı kıyafetler, aynı yiyecekler, aynı eğitim sistemi, aynı sağlık sistemi gibi görece eşit hayat standardında yaşıyor ve kimse daha fazlasına sahip olamadığı için de görece mutlu oluyordu. Tabi ki bu sistem güçlü liderlerin elinde bir süre bu şekilde devam etti. Fakat sonrasında oluşan yönetim zafiyetleri zaten suiistimale açık olan bu sistemde rantın belirli kişiler elinde toplanması ile neticelendi. Yoksa Sovyet Rejiminin yıkılmasından kısa bir süre sonra Moskova’da da diğer ülke başkentlerindeki kadar milyarderlerin oluşabilmesini başka türlü izah etmemiz mümkün değil. Aynen Osmanlı’daki iltizam sisteminin devletin güçlü olduğu dönemlerde güzel işlemesi fakat yönetim zafiyetinin olduğu dönemlerde (Osmanlı’nın son dönemlerinde olduğu gibi) mültezimlerin halka baskı, şiddet ve zulüm uygulamasıyla neticelenmesi gibi.
Tabi bu yönetim zafiyeti sadece rant çevrelerinin oluşmasına değil bu gidişattan rahatsız olan muhalif seslerin ve liderlerin ortaya çıkmasına da sebep oldu. Volgagrad’da toplanan muhalifler ve Sverdlovsk bölgesinden Yeltsin’in önderliğindeki muhalefet hareketleri daha fazla özgürlük ve demokrasi talepleri ile Moskova’da Gorbaçov yönetimini reformlar yapmaya zorladı. Fakat sisteme yapılan bu demokratik ve liberal aşılar tutmadığı gibi muhalefetin de önünü açtı. Yani sistem kendi sonunu hazırlamış oldu. Daha doğrusu zaten yürümeyen sistemin çöküşünü hızlandırmış oldu.
Doksanlarda yıkılan Sovyet rejimi sonrasında 98’e kadar Rus liderler, serbest ekonomi, kamu maliyesi, hızlı fiyat artışları, çevre ve yapısal sorunlar karşısında iki çözüm arasında gidip geldiler. Bunlardan birincisi hızlı ve eş zamanlı sert önlemler ve reformlar ile şok terapisi şeklinde, ikincisi ise kademeli reformlar diye adlandırabileceğimiz yavaş ve kademeli olarak yapılan yapısal düzenlemelerdir. Bu iki yöntem arasında zikzaklar çizilmesine sebep olan ise Rus elitlerinin ve Rus toplumunun bu yakıcı acı ilaçlara karşı direnç göstermesidir. Örnek olarak bağımsızlığının ikinci yılında Rus Merkez Bankası’nın yönetim ve denetimi anayasa ile Yüksek Meclis’e verilmişti. İzlenen para politikaları enflasyona sebep olunca 1993’te anayasadaki bir değişiklik ile daha bağımsız ve özerk bir yapıya sahip oldu. Fakat 1993’teki anayasa değişiklikleri parlamentonun bütçe üzerindeki etkisini ve rolünü artırdı. 98’e kadar büyük bütçe açıkları, yüksek petrol fiyatları sebebiyle iç ve dış borçlar sayesinde belirli bir düzen içinde ilerlemişti ta ki 2000’e kadar sürecek olan petrol fiyatlarındaki büyük düşüşe kadar. Bu düşüş ekonomiyi derinden sarsarak iç ve dış borçların çevrilebilmesi için devalüasyon yapılmasına sebep olacaktı. Bu krizlerin neticesinde siyasi karar mercilerinin ürettikleri zikzaklı ekonomi politikaları sona erdi ve ne kadar acı da olsa ilaçlar içilmeye başlandı.
Bu çöküşten sorumlu tutulan Yeltsin hükümeti istifa etti. Yerine gelen hükümet, ekonominin yapısal sorunlarına neşter vuracak reformlar ve düzenlemeler yaptılar. Devalüasyonla birlikte ithalatın düşmesi ve ihracatın artması ile alınan bu önlemler 1999 da netice verdi. Fosil yakıt ihracatına dayanan ekonomi reel olarak büyümeye başlayan ekonomiye dönüştü.
Rusya Federasyonu, Yeltsin’in yönetiminde daha demokratik çok sesli ve özgürlükçü bir politik serüven izlerken; ekonomik alanda düşüş yönünde ivme kazanan kötü bir tablo çizmekteydi. 2000’li yıllarda Putin’in başkanlığı döneminde ise yönetim daha güçlü baskıcı ve otoriter olmasına karşın, ekonomide canlanma ve buna bağlı olarak hayat standardında iyileşme gözükmekte idi. Rus halkının çoğu bu gelişmeyi Putin’in merkezi ve otoriter yönetimine bağlasa da gerçek olan ekonomideki gelişimin asıl sebebi 2000’li yıllarda hızla yükselen petrol fiyatları ve Sovyet rejiminin yıkılmasından sonraki süreçte yaşanan kaos sebebiyle Putin’in getirdiği düzen ve baskıya olan tolerans olmuştur. Kaybedilen ise Yeltsin döneminde gerçekleştirilmeye çalışılan demokratik kazanımlar idi.
2000 yılında yönetimi devralan Putin, Rus halkına daha güvenli ve 90’lı yıllardan daha iyi bir yaşam kalitesi vaat etti. Yükselen petrol fiyatları sayesinde ivme kazanan Rus ekonomisi, Rus halkına bu vaat edilen yaşam kalitesini belli bir ölçüde sağlayarak Putin’in otoriter yönetimine güç kattı ve Rus halkının desteğini kazandı.
Ülkeyi 7 yönetim bölgesine ayıran Putin, sadece kendine bağlı olan 7 kişiyi bu yönetim bölgelerine atayarak merkezi hükümetin plan ve politikalarının yerinde ve doğru yapılıp yapılmadığını kontrol etmek üzere görevlendirdi. Doğrudan Putin’e bağlı bu kişiler, mahalli yöneticiler üzerinde aşırı şekilde, hatta tehdide varan nitelikte baskılar kurarak Putin’in otoritesini güçlendirdiler.
Ülkedeki diğer tüm güç otoritelerini tek tek ele geçirip arzu ettiği düzeni kurmaya çalışan Putin ile Rusya Federasyonu, ikinci bir Lenin, ikinci bir Stalin dönemine doğru yol almaya başladı. 90’lardaki demokratik ve çok seslilik tek tek yok olmaya başladı.
Ülkenin en verimli petrol şirketlerinden Yokkos hükümet yanlısı bir şirket olan Rosneft’e, Sibneft ve hisselerinin büyük kısmı Shell’e ait olan Sibirya’daki Sakhalin-2 ,hükümet yanlısı Gazprom’a malvarlıkları müsadere edilerek satıldı. Lukoil, TNT-BP ve Surgutneftgaz şirketleri de çeşitli baskılar sonucu Putin yanlısı şirketlere satılmaya zorlandı. Putin’in “Ulusal Şampiyonlar” sloganlı millileştirme çabaları (tabi buradaki millileştirmeden kasıt Putin yönetimine yakın çevreler), hava taşımacılığı, otomobil sektörü ve ağır metal sanayi gibi alanlarda da devam etti.
Enerji sektöründe ve finans sektöründe de aynı baskıları sürdüren Putin, gaz ve petrol aramak isteyen yabancı yatırımcıları gerek hukuki düzenlemeler ile gerekse politik baskılar ile engelleyerek ülkeye yabancı yatırımların girişine sıcak bakmadığını gösterdi.
Medya sektöründe de yansımasını bulan bu baskılar, ülkenin en çok seyredilen 3 kanalı RTR, ORT ile NTV ve diğer önemli TV kanalları ile önemli yazılı basın, gazete ve dergiler, hükümet yanlısı kişi ve kuruluşlara baskılar sonucu satılmaya zorlandı. RTR zaten devlet kanalıydı ve bu sebepten bu kanalın tabi kılınması, Putin için çok zor olmamıştı. Baskıya karşı direnmeye çalışan medya patronları, ödeyemeyecekleri vergi borçları ve baskılar sonucu ülkeden kaçmaya kadar varacak neticelerle karşı karşıya kaldılar. Putin’le karşı karşıya gelen büyük medya patronlarından Berezovsky, ülkeden ayrıldı ve İngiltere’ye iltica etmek zorunda kaldı. Birkaç suikasttan kurtulan Berezovsky, 23 mart 2013’te evinde ölü olarak bulundu.2000’den bu yana Rusya’da kayıtlara geçen 21 gazeteci ölümü vardır.
Giderek genişleyen otoritesini parlamentoda da sürdürmeye kararlı olan Putin, kontrolündeki medya kuruluşları aracılığı ile kendi partisi olan Birleşik Rusya partisinin adaylarını destekleyerek medyada propagandasını çok iyi yaparak diğer partilere göre seçimlerde görece üstünlük sağlamış oldu. Halen Rus parlamentosunun 2/3’ünü Birleşik Rusya partisi oluşturmaktadır. 2003 seçimlerinde AGİT raporunca vurgulanan en önemli şey; Parlamento Seçimlerinin demokratik olarak yapılmadığı idi. 2007 seçimlerinde ise Putin yönetimi, AGİT gözlemcilerinin seçimleri gözlemlemesine izin vermedi.
Kremlin’in politik çizgisine yakın olmayan partiler de bu baskılardan paylarına düşeni aldılar. Yobloko gibi liberal partiler ve Rusya Federasyonu Komünist Partisi gibi sol çizgide bulunan bu partiler, şu an çok zayıf ve dar bir alanda politik varlıklarını sürdürmeye çalışmaktadırlar.
Kuşkusuz Putin yönetimindeki Rusya; önceye nazaran ekonomik, askeri, bürokratik ve kamu hizmetleri alanlarında daha çok ilerleme kaydetmiştir. Ekonomi alanında alınan kriz sonrası sert önlemler, yıllar geçtikçe meyvelerini vermiş ve reel ekonomik büyüme hızlanmıştır. Kamu çalışanlarının sayısı neredeyse 2 kat artmış, yollar ve altyapı çalışmaları gibi kamu hizmetlerinde fark edilir ilerleme sağlanmıştır. Sahip olduğu kaynaklar dikkate alındığında ise güvenlik, mülkiyet, sağlık ve yozlaşma ile mücadelede son yıllara kadar fazla ilerleme kaydedilememiştir. Her ne kadar sağlık harcamaları 90’ların Yeltsin döneminden bile az olsa da, sunulan hizmet kalitesi Türkiye’den iyi durumda diyebiliriz. (2000-2005 arası sağlık harcamalarının GSYİH’ya oranı % 6 iken, 96-99 arası bu oran % 6,4’tür) Rusya’daki nüfus daralmasını aşmak için nüfus artışını destekleyen politikalar ile özellikle çocuk sağlığı alanında hastanelerin daha özenli ve daha ilgili olduğu kolayca gözlemlenebilir. Herhangi bir sağlık güvenceniz olmamasına rağmen sağlık hizmetlerinden cüz’i ücretlerle yararlanılabilmekte, ayrıca hastanelerde asık yüzlü ve bezmiş doktorlar yerine daha ilgili ve disiplinli doktorlar görmeniz de daha muhtemeldir.
Fakat Rusya’da ki en büyük sorunlardan biri; alkolizm olarak karşımıza çıkmaktadır. Ülkedeki ölümlerin %18’i, alkolün sebep olduğu ölümlerdir ve bu kişilerin yaş aralığı 25-54 arasında seyretmektedir. 2004 yılı verilerine göre; kişi başına düşen alkol tüketimi 14,5 litreye yükselmiştir ki bu rakamlar, Amerika ve İngiltere’deki kişi başına düşen alkol tüketim oranlarından oldukça yüksektir. Rus halkının % 0.9’u, HIV virüsü taşımaktadır ve bu oran, Afrika dışındaki diğer ülkeler arasında da en yüksek orandır.
En önemli sorunlardan biri olan güvenlik ile ilgili de durumun da Putin döneminde pek iç açıcı olmadığı söylenebilir. Rusya Federasyonu Devlet istatistik Kurumu kayıtlarına göre 2000-2004 yılları arası işlenen cinayet sayısı; 32.200’dür. Bu, 90’lı yıllardaki terörist saldırıların olduğu yıllardan bile daha fazladır. Fakat Putin’in otoritesi, mafya gibi illegal oluşumların elimine olmasını sağlayarak bir güç odağı haline gelmesini nispeten engellemiş, eskiye nazaran etkinliğini kısmen yitirmesine sebep olmuştur. Kamu kurumlarına bütçeden daha fazla verilen paylar ve yıllar içerisinde daha eğitimli ve yeterli kişilerin atanması ile de rüşvet gibi yozlaşmalar, bugün eskiye nazaran azalmıştır diyebiliriz.
Putin’in önceliği, ülkesini ekonomik ve siyasi olarak dış şoklara karşı dayanıklı ve istikrarlı hale getirmektir. Dış politikası ise; dünya siyasetine maceracı bir müdahil olmaktansa, her zaman etkili bir aktör olabileceğini hissettirmek şeklinde özetlenebilir. İran ve Suriye krizinde Avrupa ve Amerika’nın karşısında yer almış; fakat soğuk savaş dönemindeki tutum ve söylemlerden kaçınarak kendi varlığını uluslararası arenada hissettirmiştir.
Gorbaçov ve Yeltsin döneminden kalan dış borçları ödeyen Putin, 2013’te her alanda daha güçlü bir Rusya hedefini gerçekleştirmeye odaklanmıştır. Uluslararası toplumun Rusya için bir fırsat ve avantaj değil, istikrarsızlık ve kriz kaynağı olacağını öngören Putin; her türlü dışa bağımlık ve yükümlülükten arınmış ekonomik olarak kendi ayakları üzerinde durabilen, Avrupa ve Amerika’nın değerlerine özenti içinde olmadan kendi köklerine ve geçmişine sahip çıkan, bencilliğin değil dayanışmanın, tüketim çılgınlığının değil maneviyatın önem kazandığı bir Rusya ideali doğrultusunda hedeflerini ortaya koymaktadır.
.
Dışa bağımlı olmayan toplumlar her zaman ayakta durabilirler.