Çocukluğumdan beri kitaplarda okuduğum ya da televizyonda belgesel programlarında büyük bir merakla izlediğim ve benim için büyük bir gizeme sahip olan Çin’e gidecek olmamdan dolayı büyük heyecan duyuyordum. Tabi Çin’e gitmeden önce bu ülkenin ekonomik, sosyal, kültürel alandaki durumu ile ilgili birçok yayın okuma ve izleme fırsatım oldu. Bu anlamda Çin’i kısaca tanıyacak olursak; Çin, yüzölçümü itibariyle dünyanın üçüncü, nüfus itibariyle en büyük ülkesidir. Çin’de 1 milyar 350 milyon dolayında insan yaşıyor. Bu rakam da dünya nüfusunun neredeyse 6’da birine tekabül ediyor. Başkenti Pekin olan ülkenin resmi dili Çince, para birimi Yuan’dır. Doğusunda Güney Kore, kuzey doğusunda ve kuzey batısında Rusya, kuzeyinde Moğolistan, güney batısında Afganistan ve Pakistan, güneyinde Hindistan, Nepal, Butan, Birmanya Laos ve Kuzey Vietnam, doğusunda ise Büyük Okyanus bulunmaktadır. Çin’de kişi başına düşen milli gelir, 1.700 dolar civarındadır. Dünyadaki linyit ve granit yataklarının üçte biri bu ülkede yer almaktadır. Türkiye, bu ülkeye en çok “bor” ihraç etmektedir.
Çin ile ilgili bu genel bilgilerden sonra seyahatimizi Ankara’dan İstanbul aktarmalı Çin’in başkenti Pekin daha sonra Şanghay olarak planladık. Pekin’e İstanbul’dan hava yolu ile yaklaşık 10 saat kadar süren bir yolculuktan sonra ulaştık. Pekin’de bizi sisli, puslu bir hava karşıladı. Zaten Çin’in pek çok şehri yılın birçok günü sisli ve puslu olurmuş. Tabi havanın bu şekilde olmasının bir sebebi de Çin’in hızla artan sanayi üretimi… Havaalanından otelimize giderken sağlı sollu yapıları gördükçe hayretim bir kat daha arttı. Ben nostaljik Çin evleri beklerken yolun sağında ve solunda 30-40 katlı gökdelenleri görünce açıkçası çok şaşırdım. Beklentimin aksine şehir çok modern bir yapıya sahipti. Hele hele trafiğine hayret etmemek elde değil. Pekin trafiğini görseniz 1 milyar 350 milyonluk bir ülkede olduğuna inanamazsınız. Tabi bunda Çin hükümetinin trafiği rahatlatmak için aldığı tedbirlerin de etkisi büyük. Pekin’de yapılan bir araştırmada; sorunlar listesinin ilk sırasında ‘trafik’, ikinci sırasında ise ‘hava kirliliği’ yer alıyormuş. Olimpiyat Oyunları sırasında başlatılan ‘plakaya göre trafiğe çıkma yasağı’ hâlâ yürürlükteymiş. Pazartesileri plakası 1 ve 2, Salı 3 ve 4, Çarşamba 5 ve 6, Perşembe 7 ve 8, Cuma da 9 ve 0 ile biten motorlu taşıtların trafiğe çıkması yasak. Bu uygulama hem trafiği bir nebze rahatlatıyor, hem de ‘turuncu alarm’ seviyesindeki hava kirliliğinin kırmızıya dönmesinin önüne geçiyormuş. Pekin’de yollar üç geliş – üç gidiş olarak yapılmış. Ayrıca Çinliler için çok önemli taşıt olan bisikletin, yollarıyla, park alanlarıyla trafikte önemli yerinin olduğu gözlerden kaçmıyor.
Daha sonraki günlerde şehri keşfetmek için sık sık otelden çıktım. Sonu hiç gelmeyecekmiş gibi görülen caddelerde yürüdüm. Tabi Pekin gibi bir yerde bizlerin en büyük problemi hiç kuşkusuz yemek… Çinlilerle bu anlamda damak tadımız hiç uyuşmuyor diyebilirim. Böyle bir yerde iskender, ızgara köfte, lahmacunun sadece hayalini kurabilirsiniz. Gerçi kafileden bazı arkadaşlar şehrin çeşitli bölgelerinde Türk lokantasının varlığından bahsettiler; ancak fırsat bulup da bu lokantalara gidemedim.
Pekin caddelerinde dolaşırken dikkatimi bir şey çekti. Çin’deki Rus varlığı… Gerek kaldığımız otelde, gerekse Pekin caddelerinde Rus vatandaşlarının varlığı hiç de azımsanmayacak sayıdaydı. Alışveriş için girdiğim bir dükkânda Visal adında bir Azeri Türküyle karşılaştım. Binlerce kilometre ötede bir Azeri Türküyle karşılaşmak çok güzeldi. O güzel Türkçesiyle konuşmaya başladık. Kendisinin yaklaşık üç yıldan beri Pekin’de dükkân işlettiğini, kendisinin Rusça bildiğini, bundan dolayı gelen Rus turistlere telefon ve aksesuarlarını sattığını, burada işlerinin çok iyi olduğunu, Rus turistlerin yılın her döneminde buraya geldiğini, Rusların almış oldukları ucuz Çin mallarını kendi ülkelerinde 7-8 kat kâr koyarak sattığını söyledi.
Tabi alış veriş demişken Pekin’de daha doğrusu Çin’de alışveriş yapmanın bazı püf noktalarından bahsedeyim. Çin’de AVM’leri gezerken çok defa Çinceyi çok iyi bir şekilde bilmeyi istedim. Kendimce daha rahat pazarlık yapabilmek için. Çin’de bir yabancı olarak Avrupalı bir yüz tipiyle alışveriş yapmak gerçekten çok zordu. Size hemen Çin’e etrafa para saçmak için gelmiş zengin turist muamelesi yapıyorlar. Bu yüzden de ne alacak olursanız olun fiyatları hep en yüksekten söylüyorlar. Ancak şimdi yazacağım birkaç tüyo sayesinde alışverişi çok daha ucuza yapabilirsiniz.Bu arada Çince bilmiyorsanız hiç endişelenmenize gerek yok. Pazarlığı hesap makinesi ile yapacaksınız. Öncelikle alacağınız şeyin fiyatı konusunda en azından bir fikir sahibi olun ve bu sizin maksimum fiyatınız olsun. Çin’de birçok şeyin bizim ülkemizden çok daha ucuza satıldığını unutmayın. Siz fiyatı sorduğunuzda size söyleyecekleri rakam muhtemelen gerçek fiyatın en azından 5-6 katı bir fiyat olacaktır. Hatta bunu daha da abartıp 10 kat fazla da söyleyebilirler. (Bir çanta için 850 yuan (neredeyse 210 TL yapıyor) fiyat aldığımı bilirim ben) . Bu yüzden onlar “bu son fiyat” dese de kesinlikle inanmayın. Onlara aklınızdaki minimum fiyatı önerin. Size hemen bir hesap makinesi uzatıp rakam yazmanızı isteyeceklerdir. Aklınızdaki rakamı yazdığınızda asla ilk başta tamam demeyeceklerdir ve fiyatı yine yukarı çekmeye çalışacaklardır. Ama siz alacağınız şey için uygun bir fiyat verdiğinizi düşünüyorsanız ısrar etmeye devam edin, eninde sonunda zafer sizin olacaktır. Eğer ki satıcınız pazarlığa varmıyorsa hiç düşünmeden arkanızı dönüp gidebilirsiniz. Birçoğu bu durumda arkanızdan gelip sizi geri döndürmeye çalışacaktır. Bu durumda zafer yine sizin demektir.
Yaklaşık beş günlük Pekin gezimizden sonra uçakla 2 saat uzaklıktaki Şanghay’a geçtik. Çin ekonomisinin kalbi konumunda olan Şanghay, tabiri caizse Çin’in dünyaya açılan kapısı konumunda. Bu şehir, Çin’in ne kadar gelişmiş bir ülke olduğunun ve komünizmle yönetilen bir ülke olmasına rağmen dünyaya ben de kapitalizmin bir parçasıyım diye haykıran yönünün göstergesi niteliğinde bir şehir…
Şanghay caddelerinde lüks evler ve arabalar boy gösteriyor. Gökdelenler ve muhteşem mimariye sahip binalar bir anda bu şehir için sıradan kalıyor. Şanghay, yükseltisi olmayan dümdüz bir alanda kurulmuş. Şehir planlanırken yeşilliğe önem verilmiş, bu bakımdan şehirde gezerken sık sık parklarla karşılaşıyorsunuz. Şanghay şehri, Çin’in en doğusunda olmasına rağmen yüzü batıya dönük olan en önemli şehir konumunda. Zaten şehirde gezerken insanların yaşam tarzı ve giyiniş şeklinden Batı tarzını benimsediklerini görebiliyorsunuz. Çin’de Pekin ekolü gibi Şanghay ekolü olduğu söyleniyor. Aralarındaki fark; tutucu Pekin ekolünün yanında Şanghay ekolü daha açık ve yenilikçidir. Tarihte Batılılarla içli dışlı olmuş olan bu şehir; edebiyat, sanat ve felsefede hep yenilikçi ekolü temsil etmiştir.
Ticaret ve ekonomi beraberinde müthiş bir zenginlik getirmiş bu şehre. Aslında Çin tarihinde Şanghay diye bir şehir yoktur. Avrupalıların buraya deniz yolu ile gelmesiyle Şanghay gelişmeye başlamıştır. Şanghay 150 yıl önce küçük bir balıkçı köyüyken şimdi dünyanın en önemli ticaret şehirleri arasına girmiş. Şehri tanıyan ve bu şehirde ticaretle uğraşanların ifadesiyle “24 saat uyumayan şehir” Şanghay şeklinde tanımlanır. Şehrin tam ortasından Çincede “Uzun Nehir” olan ve dünyanın uzunluk sıralaması bakımından üçüncü sırada yer alan nehir geçiyor. Şanghay’ın da havası Çin’in dişer şehirlerinde olduğu gibi sisli ve puslu. Yılın her döneminde bu durum değişmiyor.
Çin’de isteyen herkes her şehirde yaşayamaz. Özellikle Pekin, Şanghay, Tianjin gibi nüfusun yoğun olduğu şehirlere kırsaldan göçün önüne geçmek için Çin hükümeti bazı müeyyideler öne sürerek bu şehirlere yerleşmeyi zorlaştırmış. Çin’de gezerken park ve bahçelerde genelde yaşlı insanların yanında tek çocuk göze çarpar. Anne ve baba çalışırken çocuğa çiftin anne ve babasının baktığı görülür. Uygulanan nüfus politikandan dolayı çoğu çocuğun halaları, dayıları, amcaları yoktur. Çin’de, aile planlaması, temel bir devlet politikası olarak uygulamaktadır. Devletin yönetim ve planı, kendini şu alanlarda göstermektedir: Merkezi ve mahalli hükümetler nüfus artışını kontrol eden, nüfusun niteliğini yükselten ve nüfus yapısını iyileştiren politika ve yasaları ve nüfusu geliştirme planlarını saptayarak; eşler için üreme sağlığı, doğum kontrolü ve “az doğum öz doğum” alanlarında danışma, idari ve teknolojik hizmetler sunmaktadır.
Çin’de uygulanmakta olan aile planlaması politikaları genel olarak geç evlenme ve doğum yapma, az ve öz doğum yapma ve bir evli çift için tek çocuk yapmanın teşvik edilmesini içeriyor. Hatta birden fazla çocuk düşünen çiftler için tek çocuktan sonraki her çocuk için vergi mükellefiyeti getirilmektedir. Kırsal bölgelerde gerçekten zorluk çeken eşler, birkaç yıl sonra ikinci çocuk da yapabilirler. Azınlık etnik gruplarının toplu halde yaşadıkları bölgelerde her etnik grubun kendi isteği ve bu etnik grubun nüfus kaynakları, ekonomisi, kültürü ve geleneklerine göre farklı ilkeler uygulanabilmektedir. Bu bölgelerde bir çift genellikle iki çocuk ve bazı bölgelerde ise üç çocuk yapabilir. Nüfusun çok az olduğu azınlık etnik gruplar için çocuk sayısı konusunda sınırlama koyulmamıştır.
Çin; ekonomik, kültürel, sosyal yönlerinin yanında siyasi anlamda da ilginç özelliklere sahip bir ülkedir. Bilindiği üzere Çin’in efsanevi lideri Mao’nun Çin Devrimi’nin temellerinin atılmasını sağlayan “Büyük Yürüyüş”’ü tam bir sene sürmüş ve 20 Ekim 1935 tarihinde son bulmuştu. Devrimci güçlerin, hükümet güçlerinden kaçışı için gerçekleştirilen bu yürüyüşe 100 bin kişi katılmış, bir yılın sonunda ancak 10 bini yürüyüşü tamamlayabilmişti. Bu yürüyüşün sonunda Mao, Komünist Parti’nin başına geçme fırsatını bulurken, Çin Devrimi’nin fitilini de ateşleyecek gücü eline geçirmiş olacaktş. O günlerden bugüne akıl almaz bir değişim geçiren Çin, bugün dünyanın en büyük ekonomik ve politik gücü olma yolunda hızla ilerliyor. Yakaladığı yıllık yüzde 10 büyüme oranıyla da, Batı’nın gözünü korkutmaya devam ediyor.
Mao’yu Çin’in başına getirecek olan sürecin başlangıç noktası olarak kabul edilen Büyük Yürüyüş’ün sona erişinin 80’inci yıldönümünde, tüm dünya Mao Tse Tung’un Çin’in bugünkü haline gelmesindeki en önemli etken mi, yoksa milyonların yaşam hakkını elinden alan bir cani mi olduğunu tartışıyor. Bazıları, efsanevi liderin temelini attığı politikalar sayesinde Çin’in bu büyük hamleleri yapabildiğini savunurken, bazıları da ölümünden sonraki yıllarda izlenen dışa açılma politikaları sayesinde bu ilerlemenin kaydedildiğini, bunların Mao’nun belirlediği ilkelerle hiçbir ilişkisi olmadığını savunuyor.
Çinli yazar Jung Chan’ın kaleme aldığı, Mao’nun biyografisi niteliğindeki kitap, tartışmaları daha da alevlendirdi. Chang, 1000 sayfalık belgesel niteliğindeki kitabında, Mao’nun bilinen imajını yerle bir ediyor. Kitap, Mao’yu Hitler ve Stalin’i geride bırakarak 20. Yüzyılın en büyük kasabı olarak tanımlıyor. Pek çok insan Mao’yu büyük devrimci ve filozof olarak görüyor. Çin Komünist Partisi ise kurucularının “büyük devlet adamı” olarak tarihe geçtiğini savunuyor. Ancak bu sıralar spekülasyonlara yol açan bu biyografi, Mao’nun Hitler ve Stalin’den daha fazla insan öldürdüğü iddiasıyla dikkatleri üzerine çekiyor. Mao, 25 yılı aşan süre boyunca Çin’i “tek adam” olarak yönetti. İktidarı, ölümüne kadar sürdü. Çin’e komünizmi getiren Mao’ya bugün Çin vatandaşları; “en büyük komünist”, “ülkenin kurucusu” ve “ülkenin babası” olarak saygı duyuyorlar.
Paraların üzerinde hala onun resmi var. Heykelleri, Pekin’in tüm meydanlarını süslüyor. Mao, yaşarken Batı ülkelerine saygı gösteren bir insandı. Bunun en önemli nedeniyse, Sovyetler Birliği ile olan bağlarını koparmış olmasaydı. 1970’li yılların başında Batı’ya yönelmişti. ABD Başkanı Richard Nixon, kendi tanımlamasıyla; “Rus düşmanlarına karşı Mao’nun yardımıyla savaşmıştı.” Mao, özellikle 1968 kuşağı tarafından hep bir kahraman olarak görüldü. Vietnam Savaşı’nı protesto etmek amacıyla o yıllarda, dünya çapında pek çok büyük şehirde, binlerce Mao yanlısı sokaklara dökülmüştü.
Jung Chang’ın kitabı ise Mao’nun imajını yerle bir ediyor. Mao’nun hayatını anlattığı, “Bir Adamın hayatı, Bir Ulusun Kaderi” adlı kitabın satışları bir numaraya oturmak üzere. Londra’da yaşayan Chang’ın kitabı, daha şimdiden İngiltere, Avustralya ve Yeni Zelanda’da en çok satan kitaplar listesinin başına oturdu. Bir zamanlar ailesiyle birlikte Mao rejimi altında acı çekmiş olan Chang, İngiliz tarihçi eşi Jon Halliday’in yardımıyla, Mao’nun hayatını yazmadan önce o dönemde yaşayan yüzlerce kişiyle görüşüp, onlarca arşiv taramış. Özellikle de Sovyetler Birliği arşivlerinden oldukça yararlanan yazar, Mao’nun çiftçilikten diktatörlüğe uzanan yaşamında; aslında çok hırslı, makam düşkünü bir insan olduğunu belirtiyor. 12 yıl süren araştırmalar sonucu yazdığı kitapta, Mao’nun yükselmek, iktidara oturmak için ülkeyi yıkıp geçtiği, kendisini iktidara yaklaştıran her adımda arkasında binlerce ölü bıraktığı anlatılıyor. Kitaba göre Mao, “başarısını” uyuşturucu kaçakçılığına borçlu. Chang, Mao’nun düşmanlarını katlederek ortadan kaldırışını, Çin kültürünü ise imha ettiğini yazıyor. O’na göre Mao’nun döneminde bütün ülke toplama kamplarıyla doldurulmuştu ve açlığa mahkûm edilen, kurşuna dizilenlerin sayısı 70 milyonun üzerindeydi. Kitapta, Mao’nun kişiliğinin tanımlandığı bölümdeki şu satırlar oldukça dikkat çekici: “Bugün hala pek çok Çinli Mao’nun estirdiği terör dolayısıyla ciddi travma yaşıyor. Her aile kurban vermiş olmasına rağmen, bu dönemde çekilen acılar hakkında aile içinde bile pek konuşulmuyor. Mao hem Çin’in hem dünyanın başına gelen büyük bir felaketti. Belki de dünya bu terörü ucuz atlattı. Çünkü Mao, bütün dünyaya sosyalizmi getirmek, emperyalizmi yok etmek istiyordu. Bunun için de Doğu ve Batı arasında bir atom savaşı çıkmasına bile razıydı. Mao’nun en büyük rüyası, “Sosyalist Cenneti” oluşturmaktı. Dünya bu fikirden uzaklaştıkça da daha acımasız davrandı.”
Jung Chang, kitabında Mao’nun yaşam hikâyesini özetlerken şu satırlara yer veriyor:
“26 Aralık 1893’te dünyaya gelen Mao, öğretmen oluyor. Ancak bir süre sonra Marksist çevrelere giriyor ve bu felsefeye hayran kalıyor. Dört kez evleniyor 10 çocuğu oluyor. Mao döneminde yaşayan insanların söylediklerine göre; Mao sinsi, hırslı, bencil ve iktidar düşkünü bir insandı. Milyonlarca insan Mao rejimi sırasında öldürüldü, aç bırakıldı, kırbaçlandı. Ancak yine de pek çok Çinli, Mao’nun saygıdeğer bir lider olduğunu, Çin’e saygınlık kazandırdığını söylüyor. Özellikle de Komünist Partisi Mao’nun kanlı geçmişiyle ilgili bir şey bilmek ve konuşmak istemiyor. Mao, üç kalp krizi geçirdikten sonra Eylül 1976’da ölüyor. Diktatörlüğü boyunca modernleşmeyi ve gelişmeyi önlemiş olmasının en iyi kanıtı olarak da, ölümünden sonra Çin’in gelişerek dünyaya açılması gösteriliyor.”
Bu yazımızda bir nebze olsun Çin Halk Cumhuriyetini anlatmaya, tanıtmaya çalıştım. Dünyaya mal olmuş bir Çin atasözü ile yazımızı bitirelim:
“Geleceğin bütün çiçekleri, bugünün tohumları içindedir.”
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız
[1]Kitapla ilgili bilgiler Güçlü ÖZGAN’şn Tempo Dergisindeki yazşsşndan derlenmiştir.