Twitter Facebook Linkedin Youtube

OSMANLI DÖNEMİNDEN İTİBAREN TÜRK ORDUSUNUN SİYASET, DİN VE TOPLUMLA İLİŞKİLERİ

Onur DİKMECİ

Coğrafyanın milletlerin kaderleri olduğu yönündeki sosyolojik ve antropolojik tespit Türklerin özelliklerini daha iyi kavramaya yardımcı olur. Zorlu ve elverişsiz koşullar Türklerin savunma eğilimlerini geliştirmiş adeta askeri bir devlet düzeninin tesisine sebebiyet vermiştir. İslamiyet öncesi Türk Devletleri dönemi toplumsal her safhada askeri bir düzen ve hazırlığı içerirken İslamiyet’in kabulünden sonra Türklerin kurduğu en muazzam devlet olan Osmanlı İmparatorluğu’nda da askeri zümrenin ayrıcalığı ordu siyaset ikilisinin keskin çizgilerle çokda ayrılamayacağı bir düzeni meydana getirmiştir.

Osmanlı Devleti tarihinde ordu-siyaset ilişkilerini dört ana başlıkta toplamak mümkündür.

A) Beylik-devlet döneminde ordu-siyaset ilişkileri

B) İmparatorluk döneminde ordu-siyaset ilişkileri

C) Toprak kaybı döneminde ordu siyaset ilişkileri

D) 1826’dan itibaren ordu-siyaset ilişkileri.

Beylik döneminde Osmanlı sürekli fetih emelindedir. Bu da ordunun başat unsur olarak belirmesine yol açmıştır. Çünkü fetih ve muhafaza ilmiye veya bürokrasi değil askeri olanaklarla ilgilidir. Bu dönemde askeri zümre içerisinde Beylerbeyi yapısının oluşturulduğu görülür. Vezirlik müessesesi ise mülki görevleri üstlensede geneli itibariyle askeri ve idari sorumlulukların kesin tasnifi Osmanlı’nın son zamanlarına kadar görülmez.

Tımar sisteminin kurumsallaşması da yine bu dönemdir. Devlet’e ait mîrî arazinin, savaşlarda yararlığı görülen, devlete hizmette bulunan mücahidlere, askerlere ve diğer bazı hizmet erbabına dağıtılarak, bu kimselerin kendilerine verilen araziye ait örfi ve şeri vergileri toplaması şeklinde belirlenebilir.

Bu sistemde; reaya, sipahi ve devlet olmak üzere üç temel taraf bulunmaktadır. Devlet, arazinin mülkiyetine sahipken, tımar sahibi adıyla anılan sipahi ise devlete ait araziyi işleten, devletin reayadan alacağı vergileri toplayan kimsedir. Bu topladığı paraların bir kısmını kendisine ayırmakta, kalan kısmı ile asker besleyip seferlere beslediği askerler ile katılmaktadır. Reaya ise toprakları işleyip vergisini sipahiye verir.

İmparatorluk dönemi ise Türk aristokrat sınıfının tasfiyesinin yanında Yeniçeri Ocağının desteklenmesi, hatta devletin birincil kuvveti yapıldığı dönemdir. Bu dönem sonuna doğru tımarlı sipahiler önemini yitireceklerdir.

Gerileme döneminde Yeniçerilerin Padişah II. Osman’ı tahttan indirip canına kıymaları, artık ordunun özerk konumununda ötesinde adeta denetim ve gözetim mekanizmasına döndüğünün ispatıdır. Tarıma dayalı imparatorluklarının temel gelirleri fetih olduğundan, savaş meydanlarında istenilmeyen neticelerin alınması, devletin mali yapısını sarsmaya başlamıştır.

Ordunun ıslahı ve modernizasyonu güçlü bir ordu var edeceğinden güçlü ordu, devlet kalkınmasıyla bir anılmış ve askeri ıslahatın ilk basamağı talimli ve disiplinize bir yeni ordu yaratılabilmesi fikri doğmuştur. Fakat bu girişim, olumsuzlukla sonuçlanacak ve devlet içerisinde ipleri eline iyiden iyiye alan Yeniçeriler, Padişah III. Selim’i yine tahttan indireceklerdir.

1826’dan sonrası ise ordu tarihi bakımından bir dönüm noktasıdır. Çünkü bu tarih, “Devlet içinde Devlet” konumundaki Yeniçeri Ocağının kaldırıldığı tarihtir. Yeni kıyafetleri ve terbiyesiyle var edilen genç ordu, akabinde askeri ıslahatla da gayet öne çıkar. II. Mahmud’un ölümünden sonra tahtta çıkan Sultan Abdülmecit döneminde ilan edilen Gülhane Hattı Hümayunu, askerlik hizmetinin düzenlenmesini de açıklar. Buna göre nizami askerlik süresi beş yıldır. Sürenin sonunda terhis edilen askerler, yedi yıl da redif sınıfında hizmet göreceklerdir. Subaylar, sivil görevler almayacaklar ve bu yeni yapıyla beş ordu kurulacaktı. İstanbul, Şumnu, Manastır, Erzincan ve Şam’da bulunan kara kuvvetlerine 1848’de Bağdat’ta yeni ordu (Altıncı Ordu) dahil edildi.

Sonraki Padişah Abdülaziz, ordu için yeni kıyafetin kabul edilmesini, ordunun modern silahlarla techiz edilmesini ve tophane ile askeri okulların ıslahını gerçekleştirdi. Harp Okulu için yeni bina yaptırdı. Derslerin yeni usullere göre okutulmasına başlandı. Fransızca ve Jimnastik dersleri, ilk defa olarak askeri idadilerde mecburi ders kabul edildi. Bu dersler için yabancı öğretmenler getirildi. 1863 yılında padişah, bizzat Harp Okulunun imtihanlarında bulunmak suretiyle okula önem vermekte olduğunu gösterdi.

Türk tarihinde asker-siyaset bütünleşmesinin önemli evrelerinden birisi de İttihat ve Terakki dönemidir. Bu cemiyet, askerlerden oluşmuş ve onlar tarafından yönetilmiştir. İttihat ve Terakki liderleri, dönemin Alman ordusunu disiplin ve teçhizat yönünden gayet olumlu bulmuşlar bu durum neticesinde ise Almanya’dan davet edilen askeri uzmanlar neticesinde orduda dönüşüm yaşanmıştır.

Deniz Kuvvetleri’ne Fransız, jandarmaya ise İtalyan ekolünün hakim olmasına karşın Harbiye, Prusya nosyonuyla formatlanmıştı. Alman Milleti Müsellah anlayışı, Osmanlı’da da uygulandı Harbiye denetiminde kurdurulan cemiyetlerle zinde fakat daha militarist ve kontrol altında tutulabilecek toplumun oluşturulabilmesinin fırsatı doğmuştu. Fakat askeri zümrenin içinde de muhalefetin doğması gecikmedi. Halaskar Zabitan/Kurtarıcı Subaylar adıyla örgütlenen bir grup subay; isyan ederek İttihatçıları düşürdü. Bir süre sonra Miralay Sadık, bir grup subayla cemiyetten ayrılmak suretiyle Hürriyet ve İtilaf Partisini kurmuştur. Yani asker, üçe bölünmekle beraber hemen her rütbede subay siyasete dahil olmuştur.

Bu ortamda Trablusgarp savaşı devam etmekte, Halaskar Zabitan baskılarını artırmaktaydı. Hükümetin çekilmesini isteyen muhaliflere karşı Sadrazam Said Paşa, Meclisten güvenoyu istedi ve aldı. Fakat oylamanın ertesi günü istifa etti ve yeni kabine, çoğu asker, muhalif zümreyle kuruldu. Sadrazamlığa ise Gazi Ahmed Muhtar Paşa getirildi.

Bundan sonra iktidardaki grup, İttihatçı subayları ve subaylarla irtibatlı idarecileri tutuklamaya başladı. İç baskı ve karışıklığın arttığı ortamda Balkan devletleri de isyan edince Sadrazam Gazi Ahmed Muhtar Paşa kabinesi istifa etti ve yeni kabineyi İttihatçı zumreye muhalif olan Kamil Paşa kurdu.

Balkan savaşlarının olumsuz seyri ve Edirne’nin perişan durumu üzerine 23 Ocak 1913’te Enver Bey’in başında olduğu bir grup, Babıali’deki hükümet merkezine doğru harekete geçti. Ve bu sırada baskına bağırarak karşı çıkan Harbiye Nazırı Nazım Paşa, İttihatçı fedailerden Yakup Cemil tarafından vurularak öldürüldü. Baskına karşı içeriden büyük bir direniş olmayınca Binbaşı rütbesindeki Enver Bey, “Millet sizi istemiyor istifa ediniz” ifadesiyle Kamil Paşa’ya istifa mektubunu yazdırdı. Kamil Paşa, Padişaha hitaben yazdığı istifa metninde askerlerden gelen teklif üzerine istifa ettiğini belirtirken, Enver Bey’den gelen ikazla ahali ve askerden gelen teklif olarak yeniden düzenledi. Böylelikle asker, halk adına bir girişim gerçekleştirmiş oluyor ve müdahalesine meşru bir dayanak oluşturuyordu.

Bu tarihten itibaren ülkeyi yöneten İttihatçılar, yani ordu, iyi niyetli girişimlerde ve ıslahat hareketlerinde bulunmak istemelerine rağmen bazı çevreler tarafından Osmanlı Devletini Cihan Harbine sokmaklada eleştirilirler. 1914’te başlayan Harpte topyekün seferberlik ilan edilir ve 1918 Mondoros mütarekesiyle Türk Ordusu tasfiye edilir.

Mustafa Kemal’in de öngörüsü ve telkiniyle Kâzım Karabekir, emrindeki birliği terhis etmeyecek ve 1919’dan itibaren halk silahlanacaktır. Yerel direniş birlikleri, bilindik adıyla Kuvayı Milliye, başlangıçta savunma ve düşmanı püskürtmekte önemli rol oynamıştır. Türklerin askeri geleneğe yatkınlığı ve yurtlarına bağlılığı, yerel birliklerin kurulmasını kolaylaştırmıştır.

Lakin Kuvayı Milliye’nin yerel önderleri arasındaki anlaşmazlıklar, çok değil bir sene gibi bir sürede sonunun geldiğinin de habercisiydi. Şu da unutulmamalıdır ki, kendisi mektepli bir subay olan Mustafa Kemal, aleni bir biçimde Kuvayı Milliye’yi hiçbir zaman övmemiş, onu şartlar gereği zorunluluktan doğmuş olan ve ordu yeniden tesis edilince ortadan kalkması gerektiğine inandığı bir birim olarak görmüştür. Nitekim yeniden kurulan düzenli ordunun ilk zaferi, I. İnönü Muharebesi olmasına rağmen, ilk çatışması Kuvayı Milliye’nin ilgası için asi Kuvayı Milliyeciler ile olmuştur.

Savaş meydanlarında ordunun galibiyeti ve Lozan Antlaşması ile yeni devletin bazı isteklerini kabul ettirmesinden üç ay sonra ise bu devletin adı konulmuştu. 29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti ilan edildi. Cumhuriyet, Osmanlı’nın bakıyesi olduğu için sosyal yapısını da aynı şekilde devralmıştı. Sınıfsız yapılı Osmanlı toplumunda kesin ve keskin bir burjuva, kapitalist veya işçi sınıfı bulunmamaktaydı. Yani genç Cumhuriyet’in tek örgütlü ve imtiyazlı sınıfı, Türk Ordusuydu.

Mustafa Kemal, bunu çok iyi bildiğinden ve tasarladığı inkılap projelerine karşı tek direncin gelse gelse ordudan gelebileceğini düşündüğünden, üniformasını çıkarmış her daim askerin siyasete dahiliyetini sakıncalı bulmuş ve bunu açıkça belirtmiştir. Genelkurmay’ı da güvendiği Fevzi Çakmak’a emanet etmiş ve böylelikle hayatta olduğu sürece kendisine karşı gerçekleştirilmesi muhtemel darbe teşebbüslerinin önüne geçmiş, orduyu gözetim ve denetim altında tutabilmeyi becermişti.

Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra İsmet İnönü Cumhurbaşkanı oldu. İnönü, harp döneminde evvela Genelkurmay Başkanlığı, sonra ise Milli Savunma Bakanlığı yapmıştı. İnönü muharebelerinin kahramanı bu Orgeneral’in askeri okul yılları da pek parlaktı.

Çekirdekten yetişme General, kendi siyasi tedbirlerini de bir yandan alırken tuhaf bir durum oldu ve ordu, 1946’da küçük bir cuntalaşmaya gitti. Fevzi Çakmak’ın emekli ediliş şeklini özellikle genç Harbiyeliler içlerine sindirememişlerdi. Dünya konjontorel yapısının Türkiye’ye de yansıması olarak ekonomi durma seviyesine geldiği gibi, ordu alt kademelerinin de şişmesi bazı ordu mensuplarında rahatsızlık yaratmış ve siyasete müdahil olma isteği doğurmuştu. Fakat bu pratikte gerçekleşmedi. Mart 1946’da başlayan Soğuk Savaş’ın Türkiye’deki etkisi, Türkiye’nin Amerika ile yakınlaşmasını sağladı. Bunun orduya yansıması da Prusya zihniyetinin yerini Atlantikçi felsefenin alması olacaktı.

1950’de gerçekleştirilen genel seçimler neticesinde Demokrat Parti iktidara gelmiş, Adnan Menderes Başbakan olurken İttihat ve Terakki’nin önde gelenlerinden Celal Bayar, Cumhurbaşkanı olmuştu. Demokrat Partinin iktidarı, ilk yıllarda bir umut olarak görüldü. Batı ile ilişkiler devam ederken, sanayileşme artma eğilimi gösterdi.

1952’de resmi NATO üyeliği, NATO tesislerinin Türkiye’de hızla artmasına yol açtı. Türkiye’de özellikle ordu kesimindeki büyük beklenti, tam anlamıyla karşılanmamış olacak ki, 1954’de yeniden ihtilalci gruplar örgütlenmeye başladılar.

Demokrat Parti hükümetinin baskıcı tavrını arttırması, hükümet karşıtı öğrenci ve işçi gösterileri ile bunların sert bastırılması, toplumun bir kesimince tedirginlikle takip ediliyordu. O kesimlerin başında ise ordu geliyordu. Zaten Demokrat Parti yöneticileri de bunu bir parça da olsa anlayabilmiş, bu maksatla ordunun daha fazla tepkisini çekmemek için 1957 genel seçimlerinde, kendi listesinden Kara, Hava ve Deniz Komutanlarını aday göstermişti.

Fakat artan kargaşanın bir de ekonomik çöküntü ile birleşmesi, emir komuta zinciri dışında bir askeri müdahaleyi 27 Mayıs 1960’ta meydana getirdi. Çekirdek olarak 38 kişilik bir grubu oluşturan ve kendilerini Milli Birlik Komitesi olarak adlandıran grup; 32 Kara, 3 Hava, 2 Deniz ve 1 Jandarma askeri personelinden oluşmaktaydı.

Bu müdahale, Cumhuriyet tarihinde ordunun siyasete ilk etkin müdahalesiydi. Bu arada ordunun yüksek kademelerinde yaşanan çok önemli bir gelişmeden de bahsetmek gerekir. 1960 girişimini ora rütbeli subayların yürütmeleri, hem ordu içinde rütbe geleneğine, hem de genel toplum güvenine ters düşmekteydi. Bundan rahatsız olan üst kademe subaylar, kendi aralarında kurdukları Silahlı Kuvvetler Birliği aracılığı ile Milli Birlik Komitesi’ni, yani aşırı 27 Mayısçıları etkisiz hale getirerek duruma hakim olmuşlar ve sonraki askeri darbe girişimlerini yönlendirmek ve şekillendirmek imkanını bulmuşlardı.

Müdahaleden sonra yeni çoğulcu bir anayasa hazırlandığı gibi, üç kişi de idam edildi. Ekim 1961’de genel seçimler gerçekleştirildi ve ordu bir anlamda kışlasına geri dönmüş oldu. Fakat ordu personelinin askeri müdahale isteği devam ediyordu. Öyle ki 1960 askeri girişiminde yurtdışı görevde olan Kara Harp Okulu eski komutanı Kurmay Albay Talat Aydemir, 27 Mayıs’ın amacından saptığı ve bir takım terfilere karşı olduğu gerekçesiyle 1962’de başarısız bir darbe girişiminde daha bulundu. Darbe girişimini yine 1963 kalkışması izledi. Bunda da başarısız olan Aydemir ile Süvari Binbaşı Fethi Gürcan, idam edildiler. Darbeyle ilişkilendirilen Harp Okulu öğrencileri ise okuldan atıldılar ve o yıl Harbiye ilk kez mezun veremedi.

Ordu kendi içerisinde belki de İttihatçı/Halaskar çekişmesinden sonra en büyük ihtilafı yaşamıştı. 1965’te tutuklu Demokrat Partililerin salıverilmesiyle ilgili yasal düzenlemeyi Genelkurmay Başkanı Cemal Tural bir mektupla kınamış ve bu mektubu Savunma Bakanı Ahmet Topaloğlu’na ithafen yazmıştı. Böylelikle yasal düzenlemenin önüne geçilmiş olundu. Ordu, kışlasında olmasına rağmen ağırlığını siyasi arenada hissettiriyordu.

1960’ların sonuna doğru artan öğrenci olayları ve anarşi, bir de Ordu içinde aşırı sol cuntanın oluştuğu yönündeki bilgilerle taçlanınca, Genelkurmay nezdinde ilginç bir girişim gerçekleştirildi. Emir komuta zinciri içerisinde 12 Mart 1971’de muhtıra veren Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, Meclisi fesh etmemişti. Ordu’nun Cumhuriyet tarihindeki bu ikinci girişiminden sonra teknokrat bir kabine oluşturuldu ve Türkiye’deki siyasi belirsizlik sürmeye devam etti.

1973’te asker, siyasetteki etkin konumunu yeniden gösterdi. Çünkü Cumhurbaşkanlığına emekli Oramiral Fahri Korutürk seçilmişti. Korutürk, Cumhurbaşkanlığı süresinde demokratik sınırlar içerisinde kalmaya gayret etti. Fakat sağ-sol çatışmalarındaki durdurulamayan infial, vatandaşlarda tedirginliği artırıyordu.

1980 Mart’ında görev süresi dolan Cumhurbaşkanı KoruTürk’ün yerine Bülent Ecevit tarafından yine bir asker emekli Orgeneral Adnan Ersöz, Süleyman Demirel tarafından ise emekli Orgeneral Ali Fethi Esener aday gösterilmişlerdi. Fakat iki aday da Cumhurbaşkanlığı için yeterli meclis çoğunluğunun desteğini alamadılar. Parlamentonun işlevinin sarsıldığının oldukça yoğun olarak düşünüldüğü anlarda Eylül’de yine emir komuta zinciri dahilinde Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren’in başkanlığını yaptığı Kuvvet Komutanları ve Jandarma Genel Komutanından oluşan Milli Güvenlik Konseyi yönetime el koyarak, parlamentoyu fesh etti.

Ordu’nun yeniden siyasette ipleri eline aldığı iki senelik dönem sonunda yeni bir Anayasa hazırlandı ve halk oyu neticesinde kabul edildi. Kenan Evren, yani yine bir asker, Cumhurbaşkanı olmuştu. Ayrıca MGK’ya Jandarma Komutanı da dahil edilerek kurulun asker sayısı arttırıldı.

1983 genel seçimleri ve sivil idarenin tesisiyle uzun aradan sonra 1989’da Turgut Özal sivil Cumhurbaşkanı olarak seçildi. 1990’lı yıllar boyunca, asker-toplum ve asker-politikacı ilişkileri faal biçimde devam etti. Ordu, bu dönemde aktif darbe yapmadı fakat 28 Şubat 1997’de dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan’a Milli Güvenlik Kurulu toplantısında bir takım maddelerin olduğu taslak sunularak onaylaması istenildi. Bazı çevrelerin postmodern darbe, kimi çevrelerin balans ayarı, bazılarının ise laiklik muhafazası olarak adlandırdığı olay neticesinde, toplantıdan bir kaç ay sonra Erbakan hükümeti istifa etti.

Bundan sonra ordu, politik arenaya aktif müdahalesini 2007 tarihinde gösterecek ve dönemin teknolojik koşulları dikkate alınarak bu olay, “Elektronik Muhtıra” şeklinde anılacaktı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi laiklikten taraf olduklarını vurgulayan bir bildiri kaleme almış ve bunu Genelkurmay Başkanlığının internet sitesine koydurmuştu. Bildiriye hükümet cephesinden aynı sertlikte açıklamalarla karşılık verildi. Fakat Büyükanıt hakkında herhangi bir işlem yapılmamıştı.

Türk Ordusu’nun geneli itibariyle yakın siyasi tarihimiz, yani ikibinli yıllara kadarki süreç içerisindeki konumu ile toplumsal ve politik karşılığını şu şekilde tasnif edebiliriz: Türk Milleti, yaşadığı coğrafyalar gereği her daim kendisini savunma ve savaşma prensibi üzerine koşullandırmış, bu da “asker millet” kavramının doğup gelişmesine yol açmıştır. Milat öncesi ve din tarım imparatorlukları çağının ortalarına doğru ordu, her daim ayrıcalıklı, tek örgütlü sınıf, yegane koruyucu, bürokratik görevlerin uygulayıcısıdır. Sonraki evrede ordu, modernizmin ve aydınlanmanın öncüsü kabul edilmiştir. Erken Cumhuriyet döneminde Cumhuriyetin koruyucusu, sonrasında lüzum halinde siyasete müdahale eden bir kimliktedir. Toplum, orduya büyük saygı duyduğu gibi, bazı sivil zümrelerin telakkilerinde dahi subaylar üstün nitelikli ve daha vatansever bireylerdir. Ancak ikibinli yıllardan itibaren ordu-toplum ve ordu-politika dönüşümü hususlarında değişiklikler olmuştur.

Yakın Siyasi Tarihte Türk Ordusu

Türkiye’nin Avrupa Birliği ile müzakerelerinde 1999 Helsinki süreci, millette büyük bir beklenti yaratmıştı. Avrupa Birliği müzakere sürecinde, “demokratik bir Türkiye’nin, denetimi kabul etmiş bir ordu ile mümkün olabileceği” şeklindeki algı, halkta yayılmıştı.

Bu vesileyle MGK’nın sivilleşmesi, askeri yetkililerin politik demeç isteklerinin budanması, TSK Kanununun meşhur 35. maddesinin yeniden yorumlanması ve Jandarma Komutanlığının İçişleri Bakanlığına bağlanması gibi değişikliklerle, ordu neredeyse bütünüyle siyasetten soyutlanmış oldu.

2007 yılında Ergenekon Davası ile başlayan askeri davalar sürecinde, sivil mahkemelerin askeri komutanları yargılamaları meselesi ve hatta tutukluluk hükümleri, bazı çevrelere göre demokratikleşmenin gereği, bazı çevrelerce ise ordunun birtakım emeller doğrultusunda etkisizleştirmesiydi.

Bu davalara ilişkin yüksek yargı tarafından kısa süre önce verilen tahliye kararlarıyla ordu; kırgın fakat moral tazelemiş, iç güvenlik ile arasına mesafe koymuş, profesyonelleşme sürecini hızlandırmış bir konuma sevk edilmiştir.

Terör operasyonları akabinde ordu personeli, devlet yetkililerince övücü sözlerle taltif edilmeye başlanmış ve askeri davalardan tutuklanan bazı subaylar görevlerine iade edilmişlerdir. Terör operasyonlarının asker ve polislerce ortak yürütülmeleri halinde yetki, operasyonu yürüten komutana verilmişti.  Bu süreçte Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da Harp Akademielerini ziyaret ederek ”Her subay benim kardeşimdir” sözleriyle orduyu en önemli kurum olarak yeniden ilan etmişti.

Ordu personeli, moral tazelemeye başlarken ve silahlı kuvvetlerin kurumsal yapısında olumlu değişiklikler tasarlanırken, 15 Temmuz askeri kalkışması yaşandı. Bu girişim, başarısız olarak nitelense de belkide silahlı kuvvetlerin her bakımdan zedelenmesini amaçlamıştı. Teori, bu yönüyle doğru kabul edilirse, kalkışma da başarılı bir girişim olarak nitelendirilebilir.

15 Temmuz Kalkışması sonrasında tutuklamalar ve tasfiyelerin doğru standartlara göre nasıl olması gerektiği tartışılırken, Jandarma her bakımdan İçişleri Bakanlığına bağlandı. Askeri liseler ve harp okulları kapatıldı, bu okullarda okuyan öğrencilerin ilişikleri kesildi. Yeni bir yapıyla Milli Savunma Üniversitesi hayata geçirildi. Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nin adı değiştirilerek Sağlık Bilimleri Üniversitesine bağlandı ve GATA yönetmeliği yürürlükten kaldırıldı. Yeni anayasa ile askeri mahkemeler, disiplin mahkemeleri haricinde tamamiyle kapatıldı. Büyük şehirlerdeki zırhlılar uygun yerlere taşınmaya başlanırken, Genelkurmay Başkanı Cumhurbaşkanına, kuvvet komutanlıkları ise savunma bakanlığına bağlandı.

Ordu-Din İlişkileri

Yıllardan beri toplumda süregelen yaygın kanaat; ordunun dine karşı mesafeli ya da soğuk olduğu ve katı laik bir mizaçta bulunduğudur. Bu durum, Cumhuriyet dönemindeki bütün darbe, muhtıra ya da kalkışmaların geniş tabanlı bir meşruiyet yaratmak istemesi sebebiyle Mustafa Kemal Atatürk’e vurgu yapılarak sunulmuştur.

Atatürk de bir subay, komutan, general ve meraşaldir. Bu sebeple elbette silahlı kuvvetler personeli için özel bir anlam taşır. Ancak darbelerin getirdikleri mağduriyetler, darbecilerin dillendirdikleri Atatürk ve laiklik ile ilişkilendirilmiş özellikle üst subaylar, general ve amiraller, dine karşı muhalif ilan edilmişlerdir.

22 sene ile en uzun süre Genelkurmay Başkanlığı koltuğunda kalan Fevzi Çakmak, bir tarikat ehlidir.

Işık tarikatının kurucusu Hüseyin Hilmi Işık, kimyacı bir öğretmen albaydır.

Saidi Nursi’nin en hararetli talebesi, cephede de savaşmış Albay İbrahim Hulusi Yahyagil’dir.

Harp Okulu’nun dört sene gibi oldukça uzun süre komutanlığını yapan Albay Cemal Özkan ve 1. Ordu Komutanlığı görevinde bulunmuş Orgeneral Faik Türün, nakşibendidir. Bu komutanlar daha sonradan muhafazakar partiler Adalet Partisi ve Milli Selamet Partisi’nden siyasete girmişlerdir.

Orgeneral Kenan Evren, en fazla dini argümanları kullanan komutanken, genel sekreter yardımcısı Tuğgeneral Hasan Sağlam, muhafazakar İlim Yayma Cemiyeti’nin 1986-2002 arasında kesintisiz olarak genel başkanlığı görevini sürdürmüştür.

Ordu soğuk savaş döneminde bütünüyle muhafazkar dernekleri desteklemiştir. (Komünizmle Mücadele Derneklerinin kongresine tebrik telgrafı göndermek gibi..) Böyle olduğu halde, ordunun dine karşı muhalif ya da katı laik intibaının toplum nezdinde devam etmesi de garip bir durumdur ve derinlemesine incelenmesi gerekir.

Ordu-Toplum İlişkileri

Her meslek grubunun belirli bir takım normları vardır. Meslek mensupları, genellikle mesai saatleri içerisinde normlara uygun rollerini oynarlar. Fakat bu durum, silahlı kuvvetlerde bir parça farklıdır. Yaşadıkları yerler, tatil kampları ve kullandıkları servisler, genellikle askeri külür dahilinde bulunduklarından, mesai dışında da oldukça militer bir yaşam tarzını devam ettirirler ve psikolojik olarak her dakika mesleklerini icra ediyor gibidirler.

Bu durum, disiplin bakımından iyi bir gelişmedir ancak bazen ordu mensuplarının kendilerini ayrıcalıklı olarak hissetmelerine de olanak sağlayan sebeplerdendir. Özellikle postmodern dönemde asker kadrolarının subay ve astsubay çocuklarıyla şişirilmesi, bir dönem ordunun toplumdan koptuğu teorilerinin ortaya atılmasına sebebiyet vermiştir.

15 Temmuz darbe girişimiyle, ordu-toplum ilişkileri hiç olmadığı kadar gerilmiş, fakat Ağustos 2016’da başlatılan Fırat Kalkanı operasyonu ile ordu-toplum entegresi yeniden tesis edilmeye başlanmıştır.

Fırat Kalkanı Harekatı’nın noktalanması, kamuoyunda tartışılırken Zeytin Dalı Harekatı ile yeni bir operasyon, ordu-millet bütünleşmesini yeniden sağladığı gibi, 15 Temmuz ertesinde ordunun bozulan imajı büyük oranda tamir edildi.

Devlet yöneticilerinin askeri kamuflajlar eşliğinde kışla ziyaretleri, siyasi militarizasyon olarak muhaliflerce eleştirilse de, bu durum Osmanlı’dan itibaren süregelen ordu-toplum ilişkisinin günümüzdeki pratik yansımalarıydı.

Özellikle günümüzde farklı televizyon kanallarında başlatılan üç farklı askeri içerikli diziler, bir tesadüf değil, özel harp taktiğidir. Her ne olursa olsun toplum nezdinde hala ordu, en güvenilir kurumdur.

Sonuç

Türk siyasi tarihi; Türk Ordusu tarihi ve asker-sivil ilişkileri belirtilmeden eksik kalan bir disiplin olacaktır. Gerçekten de ordu, bu siyasi tarihte önemli yer işgal etmiş ve bir nebze de olsa bu konumunu halen devam ettirmektedir.

Osmanlı’dan itibaren ordu, siyasi ve toplumsal müesseselerin öznesi olmuş, çağın gerekliliklerine göre farklı ekollerin modernizasyonundan geçmiş ve bu durum da belirli oranlarda toplumsal yaşantıya sirayet etmiştir. Bu da ordunun özgül siyasi varlığını devam ettirmesine sebebiyet vermiştir.

Liberal zümrenin sivilleşmenin neticesi olarak gördüğü Komutanların adlarının bilinmemesi, tanınmaması” durumu geride kalmış, neredeyse herkes ordu üst kademesinin isimlerini ezbere sayabilecek duruma geldiği gibi komutanların görevde kalma sürelerinin bile bilindiği/hesaplandığı yeni bir süreç doğmuştur.

Türk Ordusu, tarihsel ve psikolojik varlığıyla diğer ülkelere karşı etkin caydırıcılık unsuru olmasının yanında, Türkiye içyapısında toplum, din ve dini müesseselerle de ilişkisini başarıyla sürdürmektedir.

 

Onur DİKMECİ
Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

Onur Dikmeci Hakkında

Onur DİKMECİ: (İstanbul) 1987 İstanbul doğumludur. Haliç Üniversitesi İşletme Lisans bölümünden mezun olduktan sonra Harp Akademileri Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı Yüksek Lisans programına devam etmiştir. Güvenlik, istihbarat, NATO gibi konularda çeşitli eğitim programlarına katılmış ve bu alanlarda “Beyaz Kitap” ve “Devlet Aklı” adlarıyla 2 adet kitap yayımlamıştır. Türkiye’nin ilk özel istihbarat platformu Türkiye Algı Merkezi’nin (turkiyealgimerkezi.org) kurucusu ve direktörüdür. Bireysel ve kurumsal danışmanlık görevini sürdürmektedir.

Yorum Ekleyebilirsiniz


%d blogcu bunu beğendi: