Twitter Facebook Linkedin Youtube

YENİ KÜRESEL DÜZENDE TÜRK DIŞ POLİTİKASININ KİMLİK ARAYIŞI (KİTAP ÖZETİ)

furkan_bozdag

Furkan BOZDAĞ

Kitabın yazarları Ali Ayata ve Gökberk Yücel, değişen dünya düzeninde değişim sancıları yaşayan Türk dış politikasını ele alıyor. Osmanlıcılıktan Kemalizme, Ümmetçilikten Batıcılığa kadar muhtelif akımların Kimlik bunalımımızdaki rolünü anlatıyorlar

Milli kimlik, modernitenin meyvesi olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Tarih sahnesine çıktığı andan itibaren siyasi, içtimai, iktisadi ve kültürel alanda yeni bir dünyanın kurulmasına da ön ayak olduğunu söyleyebiliriz. Milli kimlik, milliyet ve milliyetçilik gibi şuuraltı kökenleri yaradılışa; düşünsel ve eylemsel kökenleri modern dünyanın kurulmasına tekabül etmekle birlikte, şuurda yeni (şuur altında eski) kavramların doğuşu ise Fransız İhtilali’ne dayanmaktadır. İhtilalden sonra ortaya çıkan sosyal devlet algısı, eşit vatandaşlık olgusu ve milliyetçilik rüzgarı, çok uluslu imparatorlukların çözülmesine ve imparatorluklar içerisine homojen toplumlu, cumhuriyetçi ve merkeziyetçi yapıya sahip ulus-devletlerin kurulması çabalarına ivme kazandırmıştır.

Millet, bir cemaat olarak hayal edilir. Çünkü ötekinin varlığına karşı kendi varlığını koruma isteği, derin bir yoldaşlık ve kardeşlik bağını doğurur. Giuseppe Mazzini’nin; “İtalya’yı yarattık, şimdi sıra İtalyanları yaratmaya geldi!” sözü de milletlerin modern dünyanın bir ürünü olduğunun anlaşılması açısından anlamlıdır.

Milli Kimliğin Aynadaki sureti: Resmi ideoloji

İktidar, kendi ideolojik kimliği ve bu kimliğin doğrultusunda belirlediği politikaların muhafazası ve devamlılığı için devlet aygıtını, fonksiyonel yapısından işlevselliğine kadar şekillendirmek arzusu taşır. Her çeşit politika, güç elde etme amacını gütmek zorundayken, ideolojiler de kuvvet yarışması konusundaki bu tutkuyu, gerek oyunculara ve gerekse seyircilere psikolojik ve moral açısından daha kolay kabul edilebilir hale sokmakla görevlidir.

Türkiye’de Ulusallaşma Süreci

Her türlü etnik kimliğin, milli kimlik seviyesine erişemeden Osmanlı kimliği potasında eritilmesi ve Osmanlı kimliğinin bir üst kimlik olarak benimsetilmesi, Osmanlıcılık fikrini doğurmuştur. Böylece imparatorluğun kapısına dayanan milliyetçilik rüzgarının önü kesilmek istenmiştir. Osmanlıcılık fikri, Osmanlı Devleti’nin Batıyı örnek alarak modernleşme süreciyle ortaya çıkmıştır. İmparatorluğun batı yönüne modernleştirilme ivmesi, eş zamanlı olarak toprak kayıplarının da çarpanı olarak karşımıza çıkar. Devletin gerilemesi süratini arttırdığı ölçüde Batılılaşma hızı da artmıştır. Osmanlıcılık fikri iki şekilde ortaya çıkmıştır; Payitaht Osmanlıcılığı ve Genç Osmanlılar. Osmanlıcılık fikrinin gerçekleştirilmesinde Payitaht Osmanlıcılığı pragmatik bir politika düzleminde kalırken, Genç Osmanlılar bu fikri bilinçli bir ideolojik sisteme dönüştürme arzusunda olmuşlardır. Lakin Osmanlıcılık, hedeflerine ulaşamamıştır. Gayrimüslim tebaa, bunu bir Truva atı olarak algılamış ve etnik milliyetçiliğin etkisi altında vatandaşlık yerine ayrılığı tercih etmiştir

1878 Berlin Antlaşmasından sonra Osmanlı imparatorluğunun yeni çizilen sınırları içerisinde Müslüman uyruklar, eskisine oranla çok daha büyük yüzde oluşturmuştur. Sultan II.Abdülhamid, bunu akıllıca fark edip halifelik kartını, Arap taşralarını imparatorluğa daha çok kazandırmak için oynamıştır. Mamafih, İslamcılık politikası, Osmanlıcılık düşüncesinden de yararlanılarak pragmatik bir uygulamaya dönüştürülmeye çalışılmıştır. Bu dönemde İttihad-ı İslam ya da İslamcılık politikası, Osmanlıcılık politikası yerine ikame edilmiş ve Halifelik müessesine canlılık kazandırılmaya çalışılmıştır. Bu politikanın amacı, dünya Müslümanlığına hükmetmekten ziyade, Osmanlı topraklarında yaşayan Müslüman nüfusu devlete bağlı olarak tutmak olmuştur.

Ermeni siyasi partilerinin İttihat ve Terakki Fırkası’nı desteklemekten vazgeçmeleri ve Ermeni sorununu uluslararası arenaya taşıma çabaları; Rumların ise Venizelos’un “megola idea”sını desteklemeye başlamaları ile İttihat ve Terakki liderleri, tam anlamıyla Türkçü politikalar izlemeye başladı ve özellikle 1911-1913 yılları, Osmanlı’da Pantürkizm ideolojisinin egemen olduğu yıllar oldu.

Kemalizm ve Osmanlının Tasfiyesi

Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasıyla inşa edilecek Türk kimliğinin ideolojisi olarak ortaya konulan Kemalizm, yeni inşa edilen milletin kimliğini kurgularken temel olarak modernleşmeci pozitivist paradigmaları almıştır. Rasyonel bir dış politika anlayışına sahip olan Mustafa Kemal, Türkiye’yi maceraperest bir fikir akıntısına asla sürüklememiştir. Bu bağlamda Türk dış politikasının kurucu dinamikleri, Batılılaşma, Misak-ı Milli kutsiyeti ve “Yurtta sulh Cihanda Sulh” şiarından oluşmaktadır.

Kemalizm’in ilkesel kuramları olan altı ilke, “öteki” ilan edilen Osmanlı’nın yapısal ve fikirsel varlığının silinmesiyle belirecek olan boşluğun doldurulması amacını taşıyordu. Ancak Cumhuriyet Osmanlı’yı ötekileştirdikçe, ötekileştirilmek için kullandığı araç, Osmanlı’yı tekrar toplumun zihninde egemen kılmıştır. Bu bağlamda Osmanlı, bir hayalet misali Türk toplumunun ve Türkiye Cumhuriyeti’nin şuuraltında kalmıştır.

Soğuk Savaşın Parlayan yıldızları: Statükoculuk ve Batıcılık

Türkiye’nin dış ve güvenlik politikasının en önemli unsurlarından biri olan düşmanlarla çevrelenme algısı, bu dönemde güçlü bir şekilde kendini hissettirmiştir. Türkiye, daha önceleri pragmatist bir tavırla “stratejik ortak” olarak tanımladığı  SSCB’yi, II.Dünya Savaşı sonrasında yeni bir dünya düzeni kurulurken ötekileştirmiş ve SSCB ile var olan toprak sorunlarını kendi iç dinamikleriyle çözmek yerine, parçası olmayı varlık sebebi saydığı Batı dünyasının desteğini arkasına alarak çözmeyi yeğlemiştir. Bu dönemde Türkiye’nin dış politika tercihi, doğu ve batısındaki statükonun korunmasından yana olmuştur.

Soğuk savaş boyunca Türkiye, statükonun korunması için çabalarken, Batıcılık politikasıyla dirsek temasında bulunmuştur ve cumhuriyetin kuruluşundan bu yana geliştirmek istediği yeni Türk kimliğinin ötekisini oluşturan kimliklere karşı zıt politikalar oluşturmuştur. Türkiye’nin AB dahil tüm Avrupa kurumları içinde yer alma gayreti ve bu gayret üzerine kurulu Türk dış politikasında Asya ve Orta Doğu’nun ihmali, Batıcılık prensibinin gereği olarak düşünülebilir. Bu bağlamda ilk hedefin devletin sekülerleşmesi ve dini, toplumsal ve kültürel reformlar aracılığıyla Türkiye’nin İslami geçmişiyle bağlarını kopartılması, Türkiye’nin Batılılaşmasında temel alınmıştır. Aynı zamanda Türkiye’nin eski Asya-Arap kültür ve gelenek alanından koparılarak Batılaşmış bir ülke biçimine dönüştürülmesinde, Türkiye’nin Batıya dönük dış politikası etkili olmuştur. Batıcılık ve Batıyla entegrasyon, bir manada Türkiye’nin “Kızıl Elması” olmuştur.

Türk Dış Politikasında Teamülleri Aşmak

Türkiye’nin 90’lı yıllara damgasını vuran Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük ideolojilerinin yanına radikal Batıcılık ekseninde dönüşen Kemalizm de eklenebilir. Bu bağlamda dört tarz-ı siyaset, Türkiye’nin ve Türk dış politikasının yönlendirici dinamikleri olmaya aday olmuştur.

Bu Dönemde Turgut Özal’ın dış politik tercihi olarak görülen Yeni Osmanlıcılık, cihanşümul bir vizyona yaslanmakla beraber, ne kaba anlamıyla istilacı ve şovenisttir, ne de öz olarak milliyetçidir. Yeni Osmanlıcılık, Türk Milliyetçiliğinin etnik kalıplardan çıkartılarak Osmanlı havzası sınırlarında daha fazla siyasi ve kültürel hoşgörü anlayışında yeniden yorumlanmış, Balkan, Kafkas ve Orta Doğu ülkeleriyle ekonomik sınırların kaldırılması hedeflenmiştir. Osmanlı köklerine dönüş tasarısıyla Türkiye, Balkanlardan, Orta Asya’dan, Orta Doğu’dan ve Kafkasya’dan gelen çeşitli ırmaklarla beslenen bir göl haline dönüşecek ve geçmişte kaybettiği merkez ülke olma konumunu yeniden kazanacaktı.

Türk dış politikasının geleneksel yapısında güvenlik unsuru başat bir rol oynamaktadır. Bunun temelinde ise dört tarafının düşmanla çevrili olması ve “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” deyişleriyle bütünleşmiş güvenlik sendromları yatmaktadır. Bu bağlamda 2002 yılında iktidara gelen AK Partinin dış politikasında yönelim ve teori bağlamındaki neo liberal değişim, dış politika araçlarına da yansımıştır.

Dış Politikada Eksen Kayması Tartışmaları

Türkiye’nin gelişen konjonktürde Soğuk Savaşın getirmiş olduğu statik/durağan ve sabit politikalara bağlı olarak politik manevra gücü ve stratejik etkinliği olan bir dış politika uygulaması, nereyse imkansızdır. Çok yönlü bir tarihe sahip olan Türkiye’nin Soğuk Savaş’tan kalma politik enstrümanlar ve reflekslerle yönetilmesi, Türkiye’ye yapılan en büyük haksızlık olur.

Türkiye, çok hassas ve ince dengeleri barındıran ve küresel/bölgesel bütün aktörlerin denklem içerisinde yer aldığı bir bölge kuşatması içerisindedir. Bu kuşatmanın kırılarak Türkiye’nin merkez ülke olarak yeniden belirmesi, tarihsel mirası bölgede yeniden inşa etmesi ve bu inşa sürecini reel bir zeminde ihya etmesiyle mümkün hale gelecektir. Türkiye’nin dış politikasında değişim, doğal mecrasında akmaktadır. Erken Cumhuriyet ve Soğuk Savaş döneminin rasyonel tercihi olan statükoculuğu aşındıran ve Türkiye’yi dış politika olarak sağlıklı bir zemine kavuşturan her atılımı; ”Yeni Osmanlıcılık veya Neo Osmanlıclık” olarak etiketlemek, öteki algısını güncellemekten başka bir şey değildir.

Türkiye, 2000’li yılların başında iki kimlikli ideolojik yapının çatışma alanı olmuştur. Bu çatışma, 3 Kasım 2002 seçimlerinde iktidara gelen muhafazakar kökenli AK Parti’nin Türk dış politikasını revize etmeye çalıştığı bir dönemde daha da alevlenerek, gerek akademik camiada gerekse de kamuoyunda Yeni Osmanlıcılığın yeniden tartışılmasının önünü açmıştır. Türkiye’nin imparatorluğun medeniyet havzasında, tarihsel/kültürel hafızaya dayalı pro-aktif ve dinamik dış politikası, bazı çevrelerce Osmanlıcığın ikinci defa dönüşü olarak algılanmıştır. Bununla birlikte, Türkiye’nin cumhuriyet kazanımlarından kopması olarak algılanan Türk dış politikasındaki yeni vizyon çalışmaları, Kemalist çevreler tarafından zımni olarak yeni ve güncel öteki olarak ilan edilmiştir.

Ve son olarak

Türkiye, ne Kemalistlerin iddia ettiği gibi III. Selim’den bu yana Türkiye’nin yeni Kızıl Elması olan Batılılaşma ve bunun dış politik yansıması Batıcılık (ve özelde yansıması Avrupa Birliği’ne üyelik) politikasını bir anda terk edebilir, ne de Batıcılığın yerine Yeni Osmanlıcılık gibi yeni dış politik ekseni ikame edebilir. Bu bağlamda, Türkiye’nin yeni dış politikasını bir otobüste seyahat ederken koltuk değiştiren yolcunun haline benzeten Gözen’in bu teşbihi (benzetmesi) yerindedir.

Ülkemiz ancak ve ancak zengin tarihi birikimi, jeopolitik ve jeo-ekonomik imkanlarını etkin ve tutarlı bir iç siyasi yenilenme ile birleştirebildiği takdirde bu yüzyılda uluslararası konumunu güçlendirme ve kendi etki alanını oluşturma imkanına sahip olabilir.

.

Furkan BOZDAĞ

SASAM Stajyeri – Uludağ Üniversitesi Maliye Bölümü Öğrencisi

Sahipkıran AKADEMİ kategorisinde yayınlanan diğer yazılar için tıklayınız.

 

sahipkiran Hakkında

Sahipkıran; 1 Aralık 2012 tarihinde kurulmuş, Ankara merkezli bir Stratejik Araştırmalar Merkezidir. Merkezimiz; a) Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü savunan; ülkemizin her alanda daha ileri gitmesi ve milletimizin daha müreffeh bir hayata kavuşması için elinden geldiği ölçüde katkı sağlamak isteyen her görüş ve inanıştan insanı bir araya getirmek, b) Ülke sorunları, yerel sorunlar ve yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın sorunlarına yönelik araştırma ve incelemeler yaparak, bu sorunlara çözüm önerileri üretmek, bu önerileri yayınlamak, c) Tespit edilen sorunların çözümüne yönelik ulusal veya uluslararası projeler yürütmek veya yürütülen projelere katılmak, ç) Tespit edilen sorunlar ve çözüm önerilerimize ilişkin seminer ve konferanslar düzenleyerek, vatandaşlarımızı bilinçlendirmek, amacıyla kurulmuştur.

Yorum Ekleyebilirsiniz


%d blogcu bunu beğendi: