Twitter Facebook Linkedin Youtube

OSMANLI’DA “PARALEL DEVLET” (TARİKAT-SİYASET-DEVLET)

Hilmi GÜL

Hilmi GÜL

Son bir aydır Türkiye siyasetinde yaşananlar, devletin köklerine kadar inen büyük bir komplo iddiasını tartışmaya açtı. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Tayyip Erdoğan, doğrudan kendisini ve devletin temel kurumlarını hedef alan, devletin içerisinde yuvalanmış ve adeta “paralel devlet” haline gelmiş bir cemaat yapılanması tarafından saldırı altında olduğunu artık açıkça ilan etmiş durumda. Dile getirilen tüm iddiaları bir kenara bırakarak, sizi biraz gerilere götürmek istiyorum. Hayır, Hasan Sabbah’a kadar değil, o bambaşka bir hikâye… Bu anlatacaklarım, daha çok bize dair… Belki de sonuçlarını halen hissettiğimiz ve bugün iddia edilen komplo planlarını bile gölgede bırakacak ilişkilerin yaşandığı yakın tarihimize gideceğiz.

Dini bir cemaatin devleti ele geçirmek istediği iddiaları, sanki yeni bir fenomenmiş gibi görünse de, bizim siyasal tarihimiz, tarikatların devlete müdahaleleriyle doludur. Tarihi boyunca her dinden sayısız tarikata ev sahipliği yapan bu topraklarda, dini toplulukların devlete müdahale etmeyeceklerini beklemek biraz saflık olurdu zaten. Ne var ki bizde tarih araştırmaları, biraz da Cumhuriyet ideolojisinin etkisiyle bu tür ilişkileri görmezden gelmeyi yeğlemiştir. Bu yüzdendir ki; Osmanlı tarihinde kritik rol oynamış Bektaşilik, Mevlevilik ve Nakşibendilik gibi büyük tarikatların, bu devletin yönetim kademelerinde ne kadar etkili olduğuna dair yapılmış akademik çalışmalar yok denecek kadar azdır. Gerçi piyasada bu konuda basılmış pek çok kitap bulabilirsiniz, ama bunların çoğu ne yazık ki bilimsel temelden, akademik teamülden yoksun kitaplardır ve size gerçeğin bir yüzünü sunabilseler bile, sundukları gerçeklerden çok daha fazla yanıltıcı olabilirler.

Bu yazı dizisinde size Osmanlı’da Bektaşiliğin ve Mevleviliğin özellikle II. Mahmut dönemi ve sonrasında, Osmanlı’nın var olma mücadelesinde çok kritik safhalar olan ayanlarla mücadeleden yeniçeriliğin kaldırılmasına, Genç Osmanlılar-Jön Türklerden İttihat ve Terakkiye, hatta II. Abdülhamit Han’ın tahta çıkmasından tahttan indirilmesine kadar pek çok olayda ne kadar etkili bir rol oynadığına dair iddialardan bahsedeceğim.

II. Mahmut, yeniçerilerin III. Selim’i tahttan indirip trajik bir şekilde katlettiği fırtınalı günlerin ardından tahta geçmişti. Daha doğrusu, dönemin büyük Ayanı[1] Alemdar Mustafa Paşa tarafından tahta geçirilmişti. Sultan, tahta çıktıktan sonra ilk iş olarak Yeniçerilerden çok, kendisini oraya getirebilecek kadar güçlenmiş olan Ayanları ortadan kaldırmaya çalıştı. Çünkü Ayanlar, bizim tarihimizde çok bahsedilmeyen bir iş peşindeydiler. Özellikle Sırbistan’daki Pazvandoğlu ile Yanya’da bulunan Tependeli Ali, Osmanlı Devletinden bağımsız olabilmek için Avrupa devletlerinin yardımı altında bölgelerindeki Hıristiyanlar arasında Ulusçuluk akımını yayıyorlardı. II. Mahmut, bu tehlikeyi ortadan kaldırmak için yeniçerilerle iyi geçinerek ayanlara karşı onları kullanmayı düşündü.

II. Mahmut’un ayanları ortadan kaldırmasıyla birlikte, olayların durulacağı beklenirken Balkanlarda sakinlik bir yana büyük bir anarşi başlar. Bölgedeki Osmanlı karşıtlığının yalnızca Ayanların kişisel ihtirasından kaynaklanmadığını, ne yazık ki Sultan çok geç anlamıştır. Ayanların işi sandığı mesele, çok daha derinde, yeniçerilik içerisinde güçlenen ve devletin her yanını sarmış bir tarikatın doğrudan devleti ele geçirmeye yönelik komplosunun ürünüydü. Bu öyle bir saldırı planıydı ki, bir ucunda ayanlar, başkentte yeniçeriler, Mora’da Yunan ayaklanmacıları ve Osmanlı’dan kurtulmak isteyen herkes işin içindeydi. Komplonun failiyse, hepimizin az çok duyduğu o meşhur tarikat: Bektaşilik idi!

Niyazi Berkes’in aktardığı, İngiliz bilgini Hasluck’un Bektaşilerle ilgili araştırması, bize bu oyun hakkında çok ilginç rivayetler sunuyor. Osmanlı Devleti’nde Bektaşilik ve daha sonra sözünü edeceğimiz Mevlevilik, her zaman devletle ve siyasetle iç içe olan dini oluşumlardı. Nitekim Hasluck’a göre; 17. yüzyılda devletin en üstün kademesinde görev yapanlar, hep Mevlevi tarikatına mensuptular. Yeniçerilikte ise Bektaşiler, daha en başından itibaren hâkim konumdaydılar.

18. yüzyılın sonlarında Bektaşiler, birdenbire anormal bir şekilde taraftar kazanmaya başlamışlardı. Bu dönem, aynı zamanda Balkanlarda ayanların ve Avrupa’nın kışkırttığı ayrılıkçı hareketlerin hız kazandığı bir dönemdir de. Bektaşilik doktrininin hümanist bir yapıya sahip olması ve her türlü inançtan insanı kolayca bünyesine katabilmesi, kısa zamanda bu tarikatı Osmanlı karşıtlarının birleştikleri adeta bir örgüt haline getirmişti.

Ayanlar ile Bektaşilik arasında göz ardı edilemeyecek bir bağ vardı. Nitekim Ayanların güçlenmesi, durduk yere olmamıştı. Örneğin Hasluck, II. Mahmut’un başına bela olan ayanlardan Yanya Ayanı Tependeli Ali Paşa’nın, Bektaşi desteğiyle bölgede güç kazandığını belirtiyor. Tependeli de bu desteği karşılıksız bırakmamış, Yanya bölgesinde pek çok yeni Bektaşi tekkesi yaptırmış, dahası Bektaşi babalarını ajan olarak da kullanmıştı.

O dönemin biraz daha öncesinde Osmanlı’ya ayaklanan ayanlardan biri de Pazvantoğlu Osman Ağa’dır. Sırbistan bölgesinde merkezileşen Pazvantoğlu, yeniçerilikten gelme bir isyancıydı. Bu Ayanın yakın ilişkide olduğu, hatta onu teslim alması gerekirken kaçırarak hayatını kurtaran bir isim vardır ki, hakkındaki iddialar Bektaşilik hareketinin nerelere kadar uzanabildiğine dair bize önemli ipuçları vermektedir. Bu kişinin adı Rigas’tır. Rigas Fereos, bugün Yunan tarihinin ve milliyetçiliğinin simge isimlerinden biridir. Dönemin padişahı III. Selim’i tiran ilan etmiş, Yunan milletinin bağımsızlığı için mücadele etmiş, dahası bütün Balkan halklarını Osmanlı’ya karşı ayaklanmaya çağırmış, sonunda Avusturya’da yakalanarak Osmanlı’ya teslim edilmiş ve idam edilmiştir.

Peki, böyle bir kişinin Bektaşilikle ne ilgisi olabilir? Kaynağımız yine Hasluck’un eseri. Yazara göre; Rigas’ın görüşleri, döneminin klasik Bektaşi doktriniyle birebir örtüşmektedir. Bu görüşler ilginçtir. Rigas; Hıristiyanların ve Müslümanların, tek yaratıcıya iman etmiş olmaları bakımından, birbirlerinden farklı olmadıklarını düşünüyordu. Ona göre; eğer bir yaratıcıya iman edilmişse, her ikisi de haktır. Bugün de kimi çevrelerde farklı versiyonlarıyla karşımıza çıkan böyle bir düşünce, Hasluck’a göre tam da Bektaşi düşüncesinin ürünüdür. Rigas, Bektaşiler gibi düşünmekle kalmaz, aynı zamanda Bektaşi kıyafetleriyle de dolaşmaktadır. İşte bu adam, Pazvantoğlu’nun hayatını kurtarmış, bunun karşılığında da Tependeli, onu Osmanlı’nın elinden kurtarabilmek için elinden geleni yapmıştı.

Hasluck, bu bilgilerden hareketle; “Osmanlı Ayanları Tependeli ve Pazvantoğlu, Yunan ayaklanmacı Rigas, Bektaşilik Tarikatı ve Yeniçerilik çemberinde örgütlenen yapının Osmanlı rejimine karşı Bektaşi ve Melami fikirleriyle yürütülen geniş ve gizli bir komplo içerisinde olduğunu” iddia eder. Bu örgüt, Mevlevilik görüntüsü altında III. Selim zamanından beri sarayın içine kadar girmişlerdi.

Mevleviliğin bu süreçte konumu ilginçti. Bektaşiler, rivayete göre Mevlevi perdesi altında saraya girmişlerse eğer, bu demek oluyor ki o dönemde de Mevlevilik saray tarafından en çok tutulan tarikattır. Burada bir Mevlevi-Bektaşi çekişmesinin çıkacağı ihtimali herhalde beklenebilir. Nitekim II. Mahmut, bunu görmüş ve Bektaşilik tehdidinin ayırdına varmasının ardından derhal Mevlevileri yanına çekmiştir.

Bektaşiler, devlete ait birçok vakfı ellerine geçirerek büyük bir sermayeyi de yönetir olmuşlardı. Tarikatın mevcut gücünün farkına varan II. Mahmut, bu noktadan sonra başta devlet kadroları olmak üzere Osmanlı’nın tamamından Bektaşileri temizleyebilmek için meşru bir zemin arar. Hem Hasluck’a, hem de Üss-i Zafer isimli eserinde Es’ad Efendi’ye göre; yeniçeriliğin kaldırılması olayı olan Vaka-i Hayriye, tam da Bektaşileri temizlemek için bulunmuş bir kılıftır. Böylece Sultan, bir hareketle hem Yeniçerilerden hem de Bektaşilerden kurtulmuş oluyordu.

Yeniçerilerin mağlup edilip ortadan kaldırılmasının ardından II. Mahmut, ilk iş olarak meşveret meclisini topladı. Sadrazam, eski-yeni bütün şeyhülislamlar, önemli memur ve hocalarla Nakşibendiyye, Kadiriyye, Halvetiyye, Mevleviyye, Sâdiyye tarikatlarının şeyhleri bu toplantıya katıldı. Sorun, Bektaşiliğin ne olacağıydı. II. Mahmut, tarikat şeyhlerine bildikleri her şeyi anlatmaya davet etse de, hiçbiri bunu uygun bulmadı. Sonuçta, Bektaşilerin içerisinde suçsuz insanların da olabileceğinden, adalet açısından uygun olmadığı düşünülerek yalnızca bazı kişiler idam edildi, sürüldü. Bir kısmı da kaçtı. Büyük tekkelerin başına devlet tarafından atanmış şeyhler geçti. 60 yıl öncesinden o güne kadar yapılan bütün tekkeler yıktırıldı. Bektaşilerin yayınlarına el konuldu, vakıflar devredildi, bazı zaviyeler orduya verildi. Bektaşilik, Tanzimat’a ve Jön Türk’lere kadar bir daha belini doğrultamayacaktı. (1. Bölümün Sonu)

.

Hilmi GÜL

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.

.

.

KAYNAKLAR

Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, Ekim 2002. (Temel Kaynak)
Frederick William Hasluck, Christianity and Islam under the Sultans, yayinlayan: Margaret M. Hasluck, I-II, Oxford, 1929.
Es’ad Efendi, Üss-i Zafer (Yeniçeriliğin Kaldırılmasına Dair), İstanbul, 1243/1828.


[1] Ayan; Osmanlı İmparatorluğu’nda kent ve kasabaların ileri gelen nüfuzlu kimselerine verilen isimdir. 16. yüzyıl ortalarından başlayarak miri toprak düzeninin bozulması ve köylülerden vergi toplanması işinin mukataa usulüyle mültezimlere açık artırmayla verilmesi, Ayanların toplum üzerindeki etkinliğini artırdı. Ayanlar, devletle toplum arasında aracı bir sınıf oluşturdular. Bulundukları yerlerde yönetimi ellerine aldılar, vergi ve asker topladılar. Bunlardan Rumeli’de olanlar, dış ticaret ilişkilerine girişmeleri nedeniyle Anadolu’dakilere oranla ekonomik ve siyasal bakımlardan daha güçlendiler. Rumeli âyanının tipik bir temsilcisi olan Alemdar Mustafa Paşa, 1808′de sadrazamlığı ele geçirmeyi başardı. Kendisiyle beraber İstanbul’a gelen âyanlar padişahla Senedi İttifak denilen bir antlaşma yaptılar. II. Mahmut döneminde siyasal nüfuzlarının bir ara kırılmasına karşın, bu sınıf, varlığını değişik biçimlerde imparatorluğun sonuna kadar sürdürdü.

Yorumlar (1)

  1. Hilmi bey yüreğine sağlık, kalemine mürekkep.

Yusuf Söğütdelen için bir cevap yazın Cevabı iptal et


%d blogcu bunu beğendi: